Türkiye’nin otuz yıldır devam eden Kürt sorununa yaklaşım tavrı ile de Kürt seçmenin büyük desteğini aldı Adalet ve Kalkınma Partisi. 1984’ten 2002’ye kadar olan iktidarlar PKK’nın Terörist bir örgüt olduğunu Avrupa’ya ve ABD anlatıp kabul ettirmeye çalıştılar. Bu yolda da başarılı oldular. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisinin girişimleri ile otuz yıllık çalışma da ter yüz edilmiş oldu.
Adalet ve Kalkınma Partisi ise Demokratik açılım adı altında Kürt sorunun çözüleceği söylemi, kimi demokratik adımlar Kürt seçmenin güveninin devamını sağladı. Kürt siyasi yapılarıyla geliştirdiği çözüme yönelik görüşmeler bu umudun artmasına neden oldu. Oslo görüşmeleri olarak tarihteki yerini alan müzakerelerin ifşa edilmesi, başbakan Tayyip Erdoğan inkâr etmesine rağmen Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelere büyük anlam yükledi.
Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2013 Nekrozunda yayımlanan mektubu ile silah seçeneği yerine demokratik seçeneğin esas alınacağını, sorunun çözümünün müzakere yolu ile çözüleceğini belirtmesi her kesimin barışa olan umutlarına tuz biber ekti… Türkiye Cumhuriyeti resmi temsilcileri tarihte ilk kez, Kürt siyasileriyle müzakere yolunu açtı. Oslo görüşmelerindeki müzakerelerin ifşa edilmesi, hükümet ile hükümette etkin bir güç olduğu anlaşılan “Cemaat” olarak tanıyacağımız yapı arasındaki çekişme de gün yüzüne çıktı.
Adalet ve Kalkınma Parti tek başına iktidar olmanın siyasi istikrar anlamına geldiğini hep yeniledi. Bu bir manada doğruydu. Ancak; bu son olaylar bize, parlamentoda tek başına iktidar olmanın istikrar için yeterli olmadığını gösterdi. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın parlamento gurubuna hâkim oluşu, toplumda geniş bir desteği arkasına almış olması, başta Kürt sorunu olmak üzere diğer tüm sorunların çözülebileceği fikrini güçlendirdi.
Oslo süreci cemaat ile hükümet arasındaki ipin kopuşu anlamına geldiği anlaşıldı. Vatanperver cemaat, Kürt sorununu çözümünü, Kürtleri değil de PKK Terör örgütünü muhatap alarak ele alınmasından son derece rahatsızdı. Hükümetin sorunun çözümünde PKK terör örgütünü muhatap alınmasını tahammül edilmez bir süreç olarak değerlendirmekteydi. Oslo görüşmelerini yürüten istihbarat elemanlarını, bu görüşmeleri yürüttükleri gerekçesiyle yargı önüne çıkarma girişiminde bulunuldu. Birde baktık ki kanun değiştirilerek bu atak sonuçsuz kaldı.
Bir de gördük ki 17 Aralık olarak bilinen operasyonla, hükümet ile cemaatin uzun yıllar süren beraberliği, cemaatin, hükümetin karın ağrılarına vakıf olmaları nedeni ile hükümet içinde kimilerinin yaptığı gayri meşru kazanç edinmeleri dürüst, vatanperver gençleri rahatsız etmişti ki kirli çamaşırlar ortalığa döküldü.
İki buçuk aydan beri Başbakan yaşanan süreç karşısında olup bitenleri inkâr seçeceğini tercih ettiği anlaşılıyor. Başbakan; süreci daha şeffaf olarak ele alması gerekirdi. Konu “Yargının işidir,” demesi gerekirken Başbakan, suçlamalara karşı İnkâr etme yolunu tercih etmiştir. Başbakanın o bilinen üstten konuşma üslubu yerine yeller esmektedir. MIT yasasında yapılan değişiklik, internet yasası, HSYK yasalarında alelacele yapılan yeni düzenlemeler ile daha otoriter bir yöntemi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Liderden beklenen, hükümet içinde iddia edilen tüm olumsuzlukların üzerine gitmek gerekirken bunu yapmamaktadır. Hâlbuki suçlamalar kamuoyunun en hassas olduğu konulardır. Dini kanıtlar üzerinden politika yapan hükümet, en hassas ahlaki değerlerin tartışıldığı konuların baskısı altındadır.
Beni en çok üzen husus ise, üç dönemdir hiçbir karşılık beklemeden, doğru dürüst Bayburt’un hiçbir problemini çözmemiş olmasına rağmen Bayburtlumun destekledikleri partilerinin rüşvet ve yolsuzlukla anılmış olmaları karşısında sükûti hayale uğrayan; “Biz ne yaptık, kimi desteklemişiz?” diyen o dindar insanlarımızın ruh halidir.