Yaklaşık bir yıl önce çok daha görünür hale gelen hadiseler her birerimizin malumu. O vesileyle konunun teferruatı bu yazının alanı içerisine girmiyor. Bu yazıda daha çok kaybedilenleri hatırlatma amacı var. Adalet, inanç, ahlak vs.

17-25 Aralık hadiseleriyle adeta tuzu kokutan bir süreçten geçtik, geçmeye de devam ediyoruz.

Her zaman, hareketi ilk başlatan kişi üzerinden okumanın yararı olduğunu düşünüyorum. Eğer bir şey yapmaya karar vermişseniz onunla ilgili olabilecek her türlü ihtimali de göze almışsınız demektir. Nitekim Hükümete karşı girişilen 17-25 Aralık operasyonlarını yapanlar ve sonrasında da destekleyenler, yapılmak istenen başarılamadığında nelerin olabileceğini mutlaka hesaplamış olmalılar.

Oluşturabileceği sonuçlar düşünüldüğünde, bu denli büyük bir operasyonun hesapsız kitapsız yapıldığına kimse kimseyi ikna edemez. Nitekim ülkenin önemli bir bölümü, Camia ve Ak Parti iktidarının zayıflamasından kendi gelecekleri adına beklentisi olan muhalefet dışında kimseyi inandıramadılar.

Hükümeti “anti demokrat, darbeci” diye suçlayanlar Cumhurbaşkanına ve iktidara “Yezid” diyebildiklerini görmezden geldiler.

“Medya susturuluyor, gerçekler konuşturulmuyor.” diyen ve 17-25 Aralık olaylarını desteklediklerinde şüphe olmayan yayın organları kışkırtan, saldıran, acımasız yayınlar yapabildiklerini kimse görmüyor zannediyorlar. Gerçek bir diktatörün ya da vesayetin ne olduğunu bu millet çok yakınındaki ülkelerde ve kendi çok yakın tarihinde gördü.

Acaba “Medyaya darbe” diyenler bu minvaldeki yayınlarına Suriye gibi bir ülkede ya da bırakın onu en ileri Avrupa ülkesinde ve de ABD’de yapabilirler mi? Kendisine yapılana o ülkeler “canım demokrasinin gereği” diyebilirler mi?

Yapılanları hükümet açısından a-normal, kendileri açısında ise normal göstermek adına girişilen durum ilk bakışta genel değerler açısından reddedilemeyecek şeyler gibi görünüyor insana. Kur’an’dan ve üst değerlerden bizimde itiraz edemeyeceğimiz ilkelerle birlikte bir zemin oluşturuluyor önce; ben bile neredeyse ikna olacağım dediğimde ise aklıma 17-25 Aralık’ın tersinden senaryosu geliyor.

Acaba bugün veryansın edenler şunu görebiliyorlar mı? 17-25 Aralık, Paralel Yapının arzu ettiği cihette cereyan etseydi o zaman bu ülke ve kimler nasıl kaybettirilecekti. Kimler safahat kimler sefalet yaşayacaktı.

Birilerini yolsuzlukla suçlayanların başka bir tarafta, önemli sınavların soruları çalmakla suçlananlara karşı nasıl duyarsız kaldıklarını görmekte yine benim masumiyetlere inanmamı engelleyen başka bir durumdur.

Hulasa birilerinin oyununa gelerek, bu ülke tarihin de eşine az rastlanır bir biçimde kendi inançdaşını bu denli kumpasa düşüren bir anlayış vardır.

Kimse kimseyi “tarafsızız, özgürüz” yalanıyla da ikna etmeye kalkmasın. Asla kusursuz olamayacak insan yapısını, bu denli kusursuz gösteren ve kendisinde asla yanlış bulmayan bir Camianın en azından kendini eleştiremeyen yayın organı, bu yönüyle bile özgür ve bağımsız değildir.

Kendisine uygulatamadığı özgürlük hikâyesini yine kimsenin ikna olmadığı bir zeminde başkalarından talep etmesi de manidardır. Karşıtına istediği hakareti yapabildiği yayın anlayışına “darbe” vurulduğu masalına yine ancak kendileri inanacaklardır.

Yapılan başka bir yanlışa da dikkat çekmek isterim. Yapılan şudur ve kafa karıştıran da burasıdır. Davranış İslam’ın prensiplerine göre değerlendirilir. Oysa şimdilerde daha çok yapılan ise önce davranışı gerçekleştir sonra İslam’ın prensibini ona uyarla.

Öyle zannediyorum ki bu alışkanlık Müslümanlara seküler hukukun bir mirasıdır. Her türlü hesabını dünyada sormayı amaçlayan dünyevi hukuk, yakalanmadan kendisini “dolanma”yı başaranları kendi cehenneminde yakmaktan aciz olduğu için bazen yanlış kişiye de masum elbisesi giydirebilmektedir.

Ama her Mümin de bilir ki dünyevi hukukun sektirdiklerini İlahi Adalet ukbâda asla sektirmez.

Herkese adaletle arındığımız huzurlu tertemiz bir yıl temenni ediyorum. Mekke’nin fethi gönüllerin fethi olsun…