Devlet, insanın ulaştığı en büyük ve en organize yapıyı temsil ediyor.

Hiç kuşku yok ki devlet, öncü ihtiyaçların da dayattığı bir gerçeklik olarak insanın daha sistemli ve güvenli bir hayat arayışının sonucuydu.

Devlet, tohumlarının ilk atıldığı Uruk’tan Greklere ya da geçmişten bugüne, Doğu’dan Batı’ya, Platon’dan Farabi’ye, İbn Haldun’dan Pierre Boudieu’ya kadar hep aynı temel ihtiyaçların sonucunda ortaya çıkmıştır.

Bir taraftan da özgürlük ve güvenlik sarkacında, bir o yana bir bu yana sarkıtılırken iktidarların ve toplumların dokusuna göre kendi dengesini korumaya çalışmıştır.

Devlet söz konusu olduğunda Platon, “Devlet” kitabında ilk önce “adaleti” tartışmıştı.

Simonides’e atıfla adalet için, “Herkese hakkını vermektir.” diyordu.

Adalet anlayışı, hak-liyakat-pay ilkesine dayanan Farabi de “Âlemde tezahür eden inayetin ve cömertliğin kaynağı olan ilahi bir sıfattır.” diyordu adalet için.

“Eğer bir devlette ya da toplumda adalet ve ahlak bozulursa ne olur?” sorusuna en güzel cevabı, binlerce yıl öncesine giderek Homeros’taki şu ifadelerle verebiliriz: “Bir şeyi yetenekli bir biçimde koruyan kişi, aynı zamanda o şeyi çalma konusunda da en iyi ustadır.”

250’ye yakın hibe proje 4,6 milyon kişiyi etkiledi 250’ye yakın hibe proje 4,6 milyon kişiyi etkiledi

“Adalet nedir?” sorusunun cevabı, Thrasymachus’un dediği gibi “menfaat” ya da Clitophon’un, “Güçlünün çıkarı adildir.” ifadesine karşılık gelirse o zaman ne olacak dünyanın hâli?

Adalet terazisi bozulmuş, ödül ve ceza mekanizması sarsılmış bir devletin çürümesini hak görenler, en büyük ilim ve devlet insanları oldular hep.

Aklın devreye girişinden bu yana bu ilkeler hiç değişmedi.

İktidarlar, devletler dışındaki en büyük tehditlere ilk defa aristokrat sınıfla, sonra da sanayi inkılabıyla maruz kaldı.

Bu güçler karşısında ilk önce ne yapacağını bilemeyen iktidarlar hatta devletler, daha sonra söz konusu güçlerle bazen uzlaşarak bazen de onları tamamen kontrol altına alarak bir yol yürümeyi öğrendiler.

Bugün de bana göre, iktidarları ve temsil ettikleri devletleri tehdit eden en önemli iki mesele hatta “bela” sosyal medya ve sapkın bir hareket olan LGBT’dir.

Sosyal medya devletin binlerce yılda inşa ettiği bütün hiyerarşileri, değerleri, inançları hedef alırken LGBT de hem ahlakı hem de devletlerin insan kaynağını tehdit ediyor.

Cinsiyetsiz toplumlar inşa etmek isteyen derin lobiler, güya kendilerine daha fazla pay kalması için dünya nüfusunu bu ahlaksız yöntemle azaltmaya çalışıyorlar.

Sosyal medya da toplumların değerlerini sıvılaştırarak aslında bu hareketlerin zemin bulmasına ciddi anlamda katkı sunmuş oluyor.

Bourdieu: “Zira devlet inanç vasıtasıyla var olan teolojik bir varlıktır.” diyor.

İnançlı kitlelerini kaybetmiş -o ya da bu inanç fark etmez- bir devletin nasıl yaşayacağı bir muammadır.

Cinsiyetini kaybetmiş bir toplumun, kendini nasıl savunacağı ise gerçek bir karanlık.

Bir toplum yoksa devlet ne üzerine inşa olacak?

J. Bodin’in; “egemenlik” kavramı bu çerçevede boşa düşmez mi?

Zira üzerinde egemenlik kurulacak bir toplum artık yok olmuştur.

Devletler eğer kendileri için gerçek bir “bela”ya dönüşmek üzere olan sosyal medyanın ve LGBT’nin varlığından kurtulamaz ise gelecek gerçekten de karanlıktır.

Bu durumla birlikte yaşamaya devam ettikleri sürece de devletlerin ya da iktidarların huzur bulma şansı yoktur.

Her türlü ahlaksızlığı talep eden özgürlüğün çürümüşlüğünü devletlerin bir an evvel görmesi ve kanmış kölelerin gaflet içerikli özgürlük naralarına da prim vermemesi gerekir.

Devletler, sanayi inkılabından sonra yeniden ve çoğu zaman da kendi içlerinden kışkırtılmış bu kitleler sebebiyle ölüm kalımın eşiğindedir.

Devlet, bu belalar tarafından “ölüm döşeği” serilmeden harekete geçmek zorundadır.

Vincenzo Camuccini’nin tasvir ettiği, Brutus’un Sezar’ı -elbette diktatörlüğünü kabul etmiyoruz- hançerlediği o sahne, devlet için de gerçekleşmeden uyanılması dileği ile…