XXI. yüzyıldaki bu günümüz dünyasında ne yazık ki gelenek ve insani değerler unutularak, dostlukların gittikçe madde ve çıkar üzerine kurulmaya başlamasıyla bireyselleşen insanlar, yalnızlığa doğru itildiğini yakinen izliyoruz. Elli yıl, insan ömrü için çok uzun bir zaman dilimi sayılsa da insanlık adına çok kısa denilebilecek yarım asır sayılır; ben sizleri bu okuyacağınız yazı içeriği ile elli yıl öncesine götürmek istiyorum.
Elli yıl önce insanlar radyoyu gördüklerinde; “bir kutunun içine adamlar girmiş konuşuyorlar” denilen katot- bataryalı radyo dönemlerine. Öyle herkesin evinde de bataryalı radyo yoktu ha! Sadece her köyde bir bilemedin iki zengin ailede olurdu radyo. Yine zengin ailelerde Lüks lamba, orta gelirli ailelerde camdan üretilmiş fitilli gaz lambaları, fakir ailelerin ise tenekeden üretilmiş fitili çaputtan olan basit idare lamba dönemine hep birlikte bir bakalım. “Biraz idare et” sözü bu çaput fitilli lambadan esinlenilerek çıktı zannediyorum.
Kasım ayına girdiğimiz şu günümüze benzeyen o günlerde, herkes kışlık erzakını hazırlar kilerlerinde biriktirirdi. Yine herkes kendi kışlık yiyeceğini hazırladığı gibi ahırlarındaki hayvanlarının da otunu, samanını hayvanlarının sayısı kadar stok ederler ve kışa hazırlıklı girilirdi. Katot- bataryalı radyo dış ülkelerden ithal gelirdi ama şimdiki gibi kurbanlıklar uzak ülkelerden ithal edilmezdi, Anadolu’nun her köşesinde insanlar kendileri yetiştirirlerdi.
Akşam gün batmadan ahırda ki büyükbaş ve komlardaki küçükbaş hayvanlar mereklerden getirilen yemler ile yemlenir, kapı önündeki çomarın ve tekir kedinin yiyeceği verildikten sonra, sofra kurulur bütün ev halkı yer sofrasının etrafında bağdaş kurup oturulurdu. Sofra başında iken ibrikle gelen suyla elle tutulan leğenin içine önce dede, nene baba ve anne ellerini yıkanıp peşkirle silindikten sonra o gün Allah ne verdiyse tandırda ya da pompalı gazocağı üzerinde toprak güveçte pişirilmiş olan yemek sofraya getirilirdi. Önce aile büyükleri besmeleyi çekip yemeğe başlar, ardından da ailenin diğer fertleri içinden besmele çekip yemeğe kaşık çalınırdı. Sofrada lordolması, bulgur pilavı, yarma pilavı, ekşi lahana, kapuska, hingel, erişte, ayranlı çorba, su böreği, etli lahana sarma dolması vb. yemekler bulunurdu… Akşam yemeğinden sonra ya bir komşunun gelmesi beklenir veya çat kapı bir komşuya gidilirdi. İnsanlar birbirini güler yüzle karşılar buyur eder büyükler başköşeye oturtulurdu. Yaşlılar radyo kulağını büküp günün ajansını dinlerlerken hoş sohbete dalarlar, kadınlar birbirleri ile günün muhabbetini yaparlarken, çocuklar öğretenlerinin verdiği ev ödevlerini gaz lambasının ışığının altında yapmaya çalışırlardı. Bazen de gramofondan hep birlikte müzik dinlenirdi. Kerme -tezek sobası üzerinde porselen demlikte ya da semaverde yapılan demli çaylar yudumlanırdı. Çocuklara kuzine sobanın fırınında pişirilen patatesler, hedikler, kavurgalar verilirdi. Bu esnada çocuklar birbirlerine bilmece sorarlardı. “Mesel mesel ma mesel, dil oynar damak keser, damak beyin avratı ağzımı dilimi bağladı.”, “Ben giderim o gider önümde tık tık eder.”,“Eğri büğrü nereye, tepesi delik sana ne?” , “Dedem deve girmez eve kes başını girsin eve.” … 
O zamanlar çocuklar, kendi oyunlarını kendileri kurardı ve o çocuk oyununu oynarlardı. Çelik çomak, aşık, bilye, tugara, topaç çevirme, çember çevirme vb oyunlar oynanırdı. İşte o zamanlar yoktu, yoksulduk ama mutluyduk yüzümüz gülüyordu. Komşularımız ailemizin birer ferdi giydi. Büyüklerimizi sayıyor, küçüklerimizi seviyorduk. Ayağımızda cızlavıt marka lastik ayakkabılarımız vardı. Giysilerimiz çokta yeni sayılmazdı ama yüzümüz gülüyordu. Annelerimiz eşlerini yüzü gülerken karşılıyor içten içe haz duyuyorlardı. Şükrümüzü biliyorduk, nedensiz, çıkarsız sevgi ile beslenirdik. Tozpembe günlük değil, çeşme başlarında ya da tezek kalaklarının, ot yığınlarının ardında göz göze gelinir, el ele değmemiş, bir ömürlük sevgilerimiz vardı. Peki ya şimdi? Hasreti emziren gurbet ne güzel diyebiliyor muyuz?... Günümüzde ki teknolojik gelişmeler başımızı döndürüyor. Okullarımızda verilen eğitim ile bu teknik ilerlemeyi yakalamak gibi bir gayret sezebiliyor musunuz? Şehre göçüp gelen insanlarımızın mutluluktan gözlerinin parladığını görebiliyor musunuz?  Çocuklarımız çocukluklarını yaşayabiliyorlar mı? Şükredip küçük şeylerle mutlu olup, dünyamızda kalsaydık daha mı iyi olurdu?