Siyaset ve bilim dünyamızın duayen ve seçkin bir sima’sı, haydi haydi zamanlarında; ülkenin en çalkantılı günlerinde siyasetin ve “mahşerin dört atlısından (Türkeş “Başbuğ”, Ecevit “Karaoğlan”, Demirel (Çoban Sülü) ve Erbakan “Yarım dünya”), biri; Türk Siyasi hareketine çeşni, nükte ve derinlik ile kendine has bir üslup getiren eski başbakanımız Sayın Necmettin Erbakan hocamıza Allah’tan rahmet ve mağfiret, huzur dolu bir kabir hayatı diliyoruz. Türk Milletinin başı sağ olsun…
*****
Değerli dostlar böyle bir girişten sonra bu ayki yazımızda son zamanlarda özellikle benim gibi hiç haddi ve sikleti olmadığı halde bir takım cahil, avami dahi sayılamayacak “beni adem” lerce dillendirilen, tevhit ve vahdet arasındaki sebep ve sonuç (illiyedi), ilişki, ve tarihi seyri içinde tahlil edeceğiz…
İslam, "Lailahe illallah" (Allah`tan başka yoktur),’KELİMEİ TEVHİT’ esasını (akidesini) getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Bu esasla bağdaşması mümkün olmayan, insanlarca bir başka anlayışı; "La mevcude illallah" (Allah`tan başka yoktur) akidesini geliştirilmiştir ki, bunun meşhur adı ‘VAHDETİ VÜCUD’ (Vücud Birliğidir).
Allah Kur`an`da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez." (42/11)buyurduğu halde, Vahdet-i Vücut düşüncesi: yaratılanların tümünün Allah`ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı Füsüsul Hikeminde:"Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik`tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: "Şu halde Firavnun iddia ettiği sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk`ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir". diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı. Yukarıdaki, Allah Kelamı’nı (42/11) dikkate aldığımızda bir bakıma bu en hafif tabiri ile sapıklıktır. Bu böyle…
Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler (eski yunan filozafları) Herakleites ile Parmenides`tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun`un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir sistematik geliştirdi.
Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran`dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam`ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur`an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan “Vahdeti Vücud” anlayışını reddeder.
Değerli dostlar, arzetmeye çalıştığımız ve İslam’ın diğer semavi, putperest dini akımlardan ayrılan temel değerler ve Allah’ın emirleri zaviyesinden baktığımızda, insan hakları ve hukuk üstünlüğünün gerçek anlamıyla yaşandığı“asr-ı saadette” bu ve benzeri düşünceler yoktu.. Hukuk, İnsan Hakları ve Kur’an vardı.. O Kur’an “Batına” değil, “Zahire önem” ve ehemmiyet verirdi. Halbuki bu Vahdeti Vücut(çular) tam tersi; “zahiri” zevahirden, “batını” ise“saldım çayıra mevlam kayıra” kabilinden kendisiyle tezat, gerçekte ise temel öğretisini veya hayatiyetini o’na (batın) bağlamıştı.
Burada şunu söylemek gerek, Kur’an Işığını tam alamayanlar; Vahdetçiler, Batıncılar ve hatta bir kısım Mezhepçiler“takva” has kul olmayı böyle ilkçağdan kalma felsefi düşüncelerle karıştırdılar ve düştükleri bataklıkta çırpındıkça daha da balçığa gömüldüler.. Belki dünyevi olarak şaşaa ve tantanalı hayat sürdüler ama, İslama göre meşru olmayan, bir nevi “şirk” çukurunda süflî hayata yol aldılar.. Yani Kur’an ve Sünnet-i İlahiye, Muhammedi hayatı yanlış telakki ile tavsiyeleri kendilerini ve İslamı inkıtaya sürükledi, İnkılap edemediler.. Edemezler, çünkü İnkılap önünde ilk engel onlar.. yani örümcek ağlarıyla çepeçevre sarılı dimağları, dahası duyan kulaklar sağır, ağlayan gözler nadan, konuşan dil lal, kalpleri ise mühürlü… Halbuki ışık orada duvarda asılı duruyor, Kadim Kelâmı eline alan yok!
Menkıbevi ve propagandist-oryantalist, neo liberalist ve yalancı bir inanç ihdas ile dünyevi heva ve hevesler yaşanır oldu.. Bu siyaset, siyasi literatürde genel olarak“KOZMOPOLİTANİZM” diye ifade ediliyor şimdilerde.
Şimdi, bu çağda bile bazı kerameti kendinden menkul gafil kardeşlerimiz bir takım ‘beylik’ dini ve akidevî olduğunu sandıkları söylemleriyle, doğru zannettikleri, ezberlerine aldıkları birkaç ıstılah ve menkıbe kavramlarla SİYASET’lerini süslemeye ve ihtiyacımız olan TEVHİT’in tam zıddı VAHDETİ VUCÜT’u tavsiye ile hemi kendilerine hemi de İslâma büyük zararlar vermekteler..
Bunu huzur ve hidayete ermek maksadıyla bir kısmı samimi düşünceleriyle, bir kısmı ise siyasetleri gereği yapmaktadırlar.
Şüphesiz en doğrusunu ALLAH bilir!
Muhabbet ve sevgilerimle hoşçakalın.