Hamd; âlemlerin, bütün mahlûkatın, görülen ve görülmeyen her şeyin Mâliki olan Allâh-u Teâlâ’yadır. O ki, zamandan ve mekândan münezzeh olarak vardır. O ki, hiçbir şeye benzemez ve hiçbir şeye muhtâc değildir. O ki, bizlere hakîkatlerin önderi olan Ahmed-i Mahmud-u Muhammed-i Mustafa’yı müjdeci olarak göndermiştir.
         Salâtu selâm ise “Kâinatın Efendisi”, yaratılmışların en şereflisi Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’a, âlîne, ashâbına, âlimlerine, evliyâlarına ve bütün Müslümanlara olsun.
Peygamberimiz, yaratılmışların en güzeliydi! Ebû Hureyra, Rasûlullâhı şöyle târif etmiştir: ”Ben Allâh’ın Rasûlünden daha güzel bir kimse görmedim! Mübârek yüzünde sanki güneşin nurları parlardı. O, gülümsedikçe güzel dişlerinin arasından nûr çıkardı. Dişleri bembeyaz ve aralıklıydı. Peygamberimizin pâk vücûdu beyaz tenliydi. Bu beyazlık içinde has bir pembelik parlardı. İri ve güzel gözleri sanki kendinden sürmeli gibiydi. Gözlerinin beyazında kırmızı çizgiler vardı. Güzelliğinin nişanı olan kirpikleri uzun ve siyahtı. Kaşları hilal gibiydi, birleşik değildi. Alnı geniş, burnu son derece güzeldi ve yassı değildi. Saçları hafif dalgalı, simsiyah ve omuzlarına kadardı. Saçlarını ortadan ayırırdı. Ömrünün sonlarına doğru 20’ye yakın beyaz kılı vardı, sakalı gürdü.
         Peygamberimizin boyu ne uzun ne kısaydı, orta boyluydu. Fiziği çok güzeldi. Bedeninden miskten daha güzel kokular yayılırdı. Bir yerden geçtiği zaman Peygamberimizin oradan geçtiği bilinirdi. Rasûlullâh, önünü nasıl görüyorsa, arkasını da o şekilde görebiliyordu. Bu, O’nda hâsıl olan mûcizelerden birisidir. Peygamberimize 40 güçlü erkeğin kuvveti verilmiştir. O çok cesurdu!”
         Aişe validemizin meâlen şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Rasûlullâh’ın kelâmı çok açık ve anlaşılır idi. Onun sözünü işiten birisi hemen anlardı. Onun kadar güzel sesli bir kimse yok idi! Yüzü yuvarlak ve omuzları genişti. Karnı ile göğsü eşit hizada idi, ne şişman ne de zayıftı..."
         Kendisi ve bütün Peygamber kardeşleri, Peygamberlikten önce ve sonra küfürden, büyük günahlardan ve kıymet düşürücü küçük günahlardan korunmuşlardır. Onlar, Sıdk, Emânet, Fetânet ve Tebliğ ile mavsufturlar. Yalan, hıyânet, rezâlet (namussuzluk) sefâhat (kötü huylar) ve belâdetten (geri zekâlılık) münezzehtirler.
Hilim, sabır, bağışlama ve tahammül; bunların hepsinin manası birdir. Allâh-u Teâlâ bu sıfatlarla Peygamber Efendimizi ahlâklandırmıştır. Peygamber Efendimiz’in bu ahlâkını şu Âyet bize haber veriyor:

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ               
Mânâsı: “(Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği (Allâh’ın farz kıldığı tüm fiiller) emret ve câhillerden yüz çevir” (El-A’râf-199)
Peygamber Efendimizin hayatına baktığımız zaman onun, kendisine zulmedeni bağışladığını, kendisini ziyâret etmeyeni ziyâret ettiğini ve kendine kötülük edene ihsanda bulunduğunu görürüz. Ona yapılan haksızlığın çokluğu onda, ancak sabrı ve hilmi çoğaltırdı.  
İmam Buhâri’nin rivâyet ettiğine göre Peygamber Efendimizin hanımı, anamız Aîşe şöyle diyor: ”Allâh Rasûlü kendi nefsi için değil, ancak Allâh’ın haram kıldığına karşı gelindiği zaman Allâh-u Teâlâ için öç (intikam) alırdı.”
Peygamber Efendimiz sabırlı ve bağışlayıcıydı. Uhud Savaşı’nda şiddetli bir bela ile karşı karşıya gelmişti. Peygamber Efendimizin dört dişi kırılmış ve başı yarılmıştı. Sahâbelerine bu durum çok zor gelmişti. Bu üzücü olaylar yaşandığı halde Peygamber Efendimiz meâlen şöyle duâ etti: ”Ey Allâh’ım! Kavmimi hidâyet et, çünkü onlar bilmiyorlar.”
Efendimiz ahlâkı en güzel olandı. Kendisine yemek takdim edildiği zaman sevse de sevmese de o yemeği ayıplamazdı. Yemeğe oturduğu zaman bir yere yaslanmazdı. Yüksek bir şeyin üzerinde yemezdi. Tahta bir kâsede yemek yerdi. Efendimiz bal ve helva gibi ağız tatlandırıcı yiyecekleri severdi. Yemeği sağ eliyle yiyip baş, işaret ve orta parmaklarıyla yerdi. Bazen dördüncüyü de kullanırdı. Yemeği bitirdikten sonrada işâret parmağıyla kâsesini silerdi. Çünkü tabağın dibinde kalan yemekte bereket vardır. Bir şeyi yemeğe veya içmeye başladığı zaman besmele ile başlar, hamd ile bitirirdi. Bir şey içtiği zaman, üç yudumda yudumlayarak yavaş, yavaş içerdi. Ve içeceği içerken, içtiği kabın içine nefes alıp vermezdi, o kabı uzaklaştırırdı. Çoğu zaman oturarak içerdi. Ve bazen de duruma göre ayakta içerdi.
         Efendimiz yemeği sıcak yemezdi. Soğutarak yerdi, çünkü soğuk yemekte daha çok bereket vardır. Ve en sevdiği içecekler ise tatlı ve soğuk içeceklerdir. Efendimiz yemek yerken sağ dizini kaldırırdı sol ayağının üzerine otururdu.
Efendimiz abiye, rida, yünden cübbe, izar vb. kıyâfetler giyerdi. Yemekleri ayıplamadığı gibi, elbiseleri de ayıplamazdı. Her zaman temiz elbise giymeye özen gösterirdi. Ve elbisede koku olmasa bile Efendimiz’in, o miski amberden daha güzel olan kokusu elbisenin de güzel kokmasını sağlıyordu.
         Efendimiz abiyeyi uzun giymez, yere değmezdi. Abiyesi, aşık kemiğinin az üstüne gelirdi. Çünkü genellikle uzun abiyeleri kibirli olanlar giyerdi. Bu da Rasûlullâh Efendimiz’in ne kadar mütevâzı olduğunu gösterir.
         Peygamber Efendimiz, hanımlarının hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yapardı. Peygamber’imizin refâkatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara (hatta Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, kadın-erkek herkese) aktarmaya hazır hâle gelirlerdi. Peygamberimizin ev halkı, şehir dâhilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, îtikâdî konularla ilgili Peygamberimiz den öğrendiklerini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.
Rasûlullâh Efendimizin ailesinde çocukların tâlimi mühim meselelerden biridir. Doğumla birlikte çocuğun kulaklarına ezânın okunması, tâlim işinin ne kadar erken ele alınması gerektiğini sembolize eder. Tâlime konuşma yaşında ve Kur’an’ı Kerim’den Âyetler ezberletilerek başlandığını şu rivâyetler haber vermektedir: İbn Şuayb der ki, “Abdulmuttalib oğullarından bir çocuk konuşmaya başlayınca Peygamber Efendimiz;

 وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ
 يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ ۖ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا              

         Âyet’ini yedi sefer okutarak tâlim ederdi. Mânâsı: “Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, zillet ve âcizliğin gerektirdiği bir yardımcıya ihtiyâcı bulunmayan (ihtiyâcı olan âcizdir, âciz olan ise ilâh olamaz) Allâh’a mahsustur” de ve O’nu tekbîr ile yücelt.                                                         
         İlk öğretilecek şeyin    “ لاَ إِلَهِ إِلاَّ اللهُ” Kelime-i Tevhîd’inin olmasını da emreden Peygamber Efendimiz, akıl ve muhâkeme ile alâkalı tâlimin temyiz yaşından (çocuğun söylenenleri tam olarak anlayıp, doğru olarak cevap vermeye başladığı yaş) itibâren sitemli olarak öğretilmesini tavsiye etmiştir. Bundan dolayı yedi yaşında çocuk namaza alıştırılır, on yaşından itibâren namazı düzenli kılması beklenir. Âile bu noktada öyle hassas olmalıdır ki, çocuğu dövmeye mahal kalmayacak şekilde, on yaşına gelinceye dek namaz eğitimini tamamlamış olmalıdır. Ayrıca çocuğa yazı, yüzme, ata binme gibi diğer bilgilerin öğretilmesi de Peygamber’in tavsiyeleri arasındadır.                                             
         Abdullah İbn Amir anlatıyor: “Bir gün, Rasûlullâh Efendimiz, evimizde otururken, annem beni çağırdı ve: “Hele bir gel sana ne vereceğim!” dedi. Rasûlullâh Aleyhisselâm anneme (meâlen): “Çocuğa ne vermek istemiştin?” diye sordu. “Ona bir hurma vermek istemiştim” deyince, Rasûlullâh Efendimiz (meâlen): “Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak!” buyurdular.”
Bu hadisin çocuk terbiyesiyle sıkı alâkası vardır. Efendimiz, terbiyede hiçbir sûrette yalana yer verilmemesini irşat buyurmaktadır. Bilhassa ağlayan çocuklara bâzen yapılmayacak veya verilmeyecek şey vaat edilir yâhut da olmayacak şeyle korkutulur. Bunların hepsi netîcede “yalan” olmakta birleşir. Efendimiz, bütün bunların harâm olduğunu, çocuk terbiyesinde hiçbir sûrette yalana yer verilmemesi gerektiğini ifâde buyurmaktadır. Hadis, çocuğun, böyle basit durumda bile yalandan uzak tutulmasını vurguladığına göre, ciddi durumlarda yalana yer vermenin nasıl büyük bir hata ve yanlış olduğunu ifâdede açık bir örnektir.
Mucize, Peygamberin doğru sözlü olduğunu ispatladığına göre deriz ki, Peygamber Efendimiz Allâh-u Teâlâ’nın “Âl-î İmrân” Sûresi’nin 31. ayetinde şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ ۗ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ 
Anlamı: “De ki Allâh’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Çünkü Allâh çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”
Dolayısıyla Allâh Subhânehu’nun rızâsına nâil olabilmek için Peygamberi tasdik edip, ona tâbi olmak gereklidir. Peygamberimiz de bir Hadîs’inde meâlen şöyle buyurmuştur: “Sizden her kim benim getirdiğim şeylere uymaz ise îmânı mükemmel olmaz.”
         Peygamber Efendimiz’in bütün husûsiyetlerini bu  sütundan zikretmemiz mümkün değil. Bizi Efendimize ümmet eyleyen Allâh’a sonsuz şükürler olsun. Bizler de O’na hakkıyla ümmet olabilmek için, Sünnet’ine (tebliğ ettiği bütün ahkâmlara) sımsıkı sarılmalıyız.
         Allâh’ım bizleri Peygamberimiz’in şefâatinden mahrum etme ve bizleri Cennet’liklerden eyle!!! Amîn .