TARİHÇİ/YAZAR TACEDDİN KAYAOĞLU İLE KURTULUŞ ETKİNLİKLERİ ÜZERİNE KONUŞTUK 21 ŞUBAT KUTLAMALARI NE ANLAMA GELİYOR KUTLAMALARIN İÇERİĞİ VE KURTULUŞ KELİMESİ DOĞRUMU?Demirer: Hocam, her yıl olduğu gibi, bu yıl da Bayburt’un Ermeni mezaliminden kurtuluşunun 95. yılı kutlamaları yapılacak. Bir tarihçi olarak Osmanlının son dönemlerinde Bayburt’un durumuyla ilgili olarak bizlere kısaca bilgi verebilir misiniz?
Kayaoğlu: Osmanlı Devleti’nin son günlerini yaşadığı, hukuken olduğu gibi, fiilen de tarihin şanlı sayfalarında yerini alacağı zamanlarda, düşmanları tarafından toprakları dört bir yandan istilaya ve işgale maruz kalmıştır. Anadolu’nun doğu coğrafyasında ve stratejik bir noktada yer alan Bayburt’un da bu işgalden nasibini almaması imkânsızdı. Birinci Cihan Harbi esnasında, doğu cephesinde Ruslarla mücadele eden Bayburt, bu mücadeleleri sırasında fazlasıyla zayiat vermiş ve 1917 yılındaki Rus İhtilâli, Rusların doğu cephesinde ilerlemesini ancak durdurabilmiştir. Bayburt bu hadiseden istifade ederek rahat bir nefes almayı düşünmüş, ancak bu sefer de Ruslarla birlikte Bayburt’a gelen Ermenilerin zulümleri söz konusu olmuştur. Ruslar tarafından kandırılarak Bayburt’a kadar gelen Ermeniler, tarihî vesikaların da ortaya koyduğu gibi; akla hayâle gelmedik zulüm ve işkence yapmışlardır. Bir misâl olmak üzere; daha önce bir dergide; Bayburt ve İspir kazalarında Ermenilerin Türklere vahşiyâne zulümler yaptıkları, Arşak adlı Ermeni çete reisinin Antranik adlı çeteciyle koordineli olarak bu bölgedeki zulümleri idare ettiği, yetimhanede bulunan çocukların hançerlenerek katledildikleri, Bayburt’ta tutuklanan Türklerin tamamen katledildikleri; genç kız ve kadınların namuslarına tecavüz ettikleri, ayrıca Ermenilerin Bayburt’tan çekilirken zorla yanlarına aldıkları 150 kadar Türk çocuğundan bir kısmını da yollarda katlettiklerine dair Rus Kızılhaç hemşirelerinden ve Moskova Tıp Fakültesi öğrencilerinden Tatyana Karameli’nin hâtırâtını yayınlamıştım [“Ermeni Meselesine Dair-Büyük Satranç Tahtasında Diaspora Hamlesi ve Tatyana Karameli’nin Hatıraları”, Bayburt Vakfı Bülteni, Yıl: 2, Sayı: 3, 4, İstanbul 2006]. İlgililer oraya bakabilirler.
1916 yılının 13 Nisan’ında başlayıp temmuz aylarının ortalarına doğru sona eren savunmalarımız, özellikle KOP DAĞI SAVUNMASI, tarihe altın harflerle geçecek bir savunma ve kahramanlık örneğidir. Onun için Mareşal Fevzi Çakmak, Bayburt’un etrafında üç ay süren savunmayı PLEVNE SAVUNMASI’na benzetmiştir ki bu teşbih fevkalâde önemli ve yerinde bir tespittir.
1918 yılının ilk aylarında yine Ermenilerin zulümleri devam ederken Şehit Osman taraflarından bir top patlaması sesi duyulur. Bu sesi duyan Ermeni eşkıyaları; “Kasabayı Türk birlikleri bastı, Türkler geliyor!” diyerek kaçışmaya başlıyorlar ve 21 Şubat 1918’de Bayburt işgalden kurtuluyor.
Demirer: Yapılacak bu törenler hakkında görüşleriniz nedir?
Kayaoğlu: İnsanın geçmişini/mazisini hayırla yâd etmesi, mukaddesleri uğrunda savaşan, dünyanın dört bir bucağına hak, hukuk, adâlet götüren geçmişiyle iftihar etmesi ve ona gereken değeri vermek suretiyle belirli periyotlarla dahi olsa onları anması bugünün insanı için bir vecibedir, diye düşüyorum. Bizden öncekilerin isabetli duygu ve düşüncelerini sürekli tekrar etmek suretiyle canlı ve diri tutmak, diğer yandan yaptıkları faydalı işleri asrın insanının anlayabileceği şekilde daha da geliştirerek unutmamak bir kadirşinaslık örneği ve vefa duygusuyla dolup taşmadır. Ancak bendeniz, bugünün nesillerinin maziyi yâd etme metotlarını biraz daha esnetip, farklı pencerelerden bakılması ve bu anma gecelerinin içeriğinin bir kez daha yeniden ele alınarak farklı değerlendirmelere tabi tutulması taraftarıyım.
Demirer: Son cümlenizi biraz açabilir misiniz?
Kayaoğlu: Sebebi şudur; Dünya yeni bir evrim geçirmektedir, bizim dışımızdaki devletler tarafından dünya yeniden bir kere daha bu yüzyılda şekillendirilmek istenmekte, ona göre adımlar atılmakta, mevcut literatür yeniden anlamlandırılmakta ve “yeni dünya düzeni” denilen bir dünya kurulmak istenilmektedir. Bu sebeple, hak, hürriyet, vicdan, adalet vs. kavramların içleri boşaltılarak kendilerine göre bu kavramların muhteviyatı doldurulmaktadır. Yani kendilerine göre hak, kendilerine göre adalet, kendilerine göre nizam… Tabir-i diğerle “kendilerine göre bir dünya” istemektedirler. Ki, tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Bunun için de Makyavelist düşüncelerle hareket ederek, hedefe varmak hususunda her şeyi mubah gören bir anlayış içinde çalışmaktadırlar. Dünyaya yeniden nizamat verme sevdasında olanlar ne yazık ki dünyanın en güçlü devletleridir. Onlara “dur!” diyebilecek ne bir askerî güç ve ne de devlet var. Birleşmiş Milletler gibi bir kuruluşu bile hesaba katmadan yollarına devam eden bu savaş makinelerini kim durduracak, mazlum, mağdur, mahkûm bir halde bulunan milletlerin ve devletlerin imdadına kim yetişecek?..
Elbette, geçmişiyle iftihar etme, onları hayırla yâd etme herkesin hakkı. Ancak hangi bilgi birikimiyle, hangi tefekkür metoduyla, hangi sentezci yaklaşımlarla konu(lar) değerlendirilecek? Diğer yandan; bu değerlendirmeler ve yaklaşımlar, milenyum çağını yaşayan bizim neslimize ne ifade edecektir? Okumalar ve değerlendirmeler hangi seviyede olacaktır? Bütün bunlar şu an bizim içinde bulunduğumuz çağın en büyük sorunlarıdır. Geçmişimizi bu düşünce perspektifinden değerlendirmek ve geleceğimizi yeniden planlamak, yapacağımız en büyük iştir. Geçmişini bilmeyenlerin geleceklerini çok iyi görebilecekleri kanaatinde değilim
Demirer: Ermeni mezalimini kurtuluş törenleriyle gelecek nesillere aktarmamız doğru mu? Yoksa bu günü panel ve sergi gibi faaliyetlerle mi anlatmamız daha doğru olur?
Kayaoğlu: Kanâat-i âcizânem şudur; bugün için aslında “düşman”ı dışımızda aramak beyhûde bir iştir. Dost da, düşman da kendi içimizdedir. Nefislerinin tasallutundan kurtulamayan insanların düşmanları karşısında zafere ulaştıklarını tarih henüz kaydetmemiştir. Dolayısıyla, biz düşmanlarımızı evvelâ içimizde aramak ve ona göre tedbirler almak durumundayız. Düşmanlarımız; 1- Cehâlet, 2- Tefrikâ, 3- Tembellik ve buna bağlı olarak 4- Yoksulluktur. Kandırılmış bir avuç Ermeni komitacısına karşı koymak kolaydır ve bu da tarihte en mükemmel bir şekilde sergilenmiştir. Asıl mahâret ve hüner yukarıda işaret ettiğim engelleri aşabilmektir. Yapılacak tören ve kutlamalarda esas alınacak noktalar üzerinde durduğumuz hususlar üzerinden olmalıdır.
Bugün Bayburt’un, ülkemizde gelişmiş iller arasına, Türkiye’nin de devletlerarası muvâzenede sözü dinlenir bir konuma yükselebilmesi için; cehâletin yerine bilim ve teknolojinin, tefrikanın yerine bizi biz yapan değerler etrafında kenetlenilmesinin, tembelliği bırakıp, gece-gündüz çalışmanın ve yoksulluktan yakanın kurtarılması gerekmektedir. Bana göre çözüm budur.
Sorunuza gelecek olursak; “Kurtuluş törenleri”yle ermeni meselesini veya herhangi bir tarihî hadiseyi bu mantalite ile yeni kuşaklara anlatmanız mümkün mü? “Kurtuluş törenleri”nin mantığına ve icrâ-yı faaliyetlerine bir bakın; Protokol konuşmaları, sebil gibi plaket dağıtımı, ayakları yere basmayan ve dahi ilmî ve stratejik hiçbir önemi olmayan birkaç hamasî nutuk, sonrasında milyarları dökerek getirdiğimiz şarkıcı veya türkücülerle vur patlasın çal oynasın… Bu zihniyetten kurtulursak; asıl o zaman kurtuluşumuz başlayacaktır, diyerek sözü fazla uzatmak istemiyorum. Bu vadide söylenecek her söz zülf-i yâre dokunacağından kısa kesmekte fayda mülahaza ediyorum. Cevaba gelince, zaten o sorunuzun içinde gizli idi.
Demirer: Hocam, daha önceki konuşmalarınızdan da hatırladığım kadarıyla siz bu tip programlarda “kurtuluş” kelimesini kullanmanın yanlışlığı üzerinde duruyordunuz. Bu mevzuda neler söyleyeceksiniz?
Kayaoğlu: O zaman müsaade ederseniz bu sorunuz vesilesiyle birkaç hususa daha açıklık getirmeye çalışalım.
Birincisi: KURTULUŞ kavramı. “Kurtuluş” kavramı genel olarak “esaret” görmüş milletler için kullanılır. Diyorum ki; Türk milleti 13.000 yıllık tarihi boyunca hiçbir zaman için esaret görmemiştir ki emperyal güçlerin elinden kurtulsun ve bu isim altında böyle bir gece de kutlanılsın. Vak‘a, Cumhuriyetin kuruluşu yıllarında, milletin moral gücünü diri tutma adına bu tür kutlamalara yer verilmiştir, hatta kutlanılması istenmiş, teşvik edilmiştir. Kurucu kadronun kendi iktidarlarını pekiştirmek ve yeni bir tarih anlayışı geliştirmek gibi düşüncelerle bu tip ideolojik yönlendirmelerde bulunmalarını anlayabiliriz. Böyle bir düşünce bir bakıma normal karşılanabilir. Ancak, bugün için hâlâ kurtuluş yıldönümlerine yer vermenin bence çok da makul bir sebebi olmasa gerek. Bundan da; “Yani, nesillerimiz dostunu düşmanını bilmesin mi? Millî ruh ve millî heyecanı yok mu edelim?” gibi basitçe düşüncelerin çıkarılmayacağını umarım. Bu ayrı bir mesele,  bunu da ifade etmek istemiyorum zaten. Bendeniz, o gün için normal olan veya yapılması kesinlikle gereklidir diye düşünülen bazı durumların bugün için normal olmadığı kanaatindeyim, onu ifade etmeye çalışıyorum. Tavrımız ve tarihimizle ilgili olarak İstiklâl şâirimiz Âkif bir şiirinde;
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklâle;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
diyerek, kendi duygu ve düşüncesi üzerinden bütün bir milletimizin tarihini özetler. Değerli mütefekkir Cemil Meriç de; “Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.” der. İşte benim anlatmaya çalıştığım budur; Kavramlarda vuzûhiyet olmazsa, şuurlu bir kurtuluş mümkün değildir.
Bize “kurtuluş” düşüncesini verenlerin, psikolojik açıdan “esaret” mefhumunu zihinlerimize zerk ettiklerinin farkında mıyız?
KURTULUŞ kavramı; HÜRRİYET’e değil, ESARET’e vurgu yapar. Kurtulduk. Kimden? Yunan, Ermeni ve Ruslardan. Demek ki; “bizler yaklaşık 100 yıl önce bu milletler tarafından EZİLMİŞ ve ESİR edilmişiz” diye, insan zihni farkına varılmadan şekillendirilmiş oluyor. Yani, biz aslında bu tür kavramları kullanırken farkına varmadan kaş yaparken göz çıkarıyoruz, farkında değiliz. İnsanlar hep silahla esir edilmez; sözün gücü ve etkisi en büyük silahlardan daha etkilidir. Konumuz olmadığından girmek istemiyorum, ama söylediklerimin daha kolay anlaşılabilmesi için; mağazalarda ve büyük alış-veriş merkezlerindeki satışı artırmak hususunda “ses” ve “ışık” mevzusunun bilimsel çalışmalar neticesinde zihinleri nasıl şekillendirdiği bugün bilinen gerçeklerdendir.  
İkincisi: KURTULUŞ SAVAŞI kavramıdır. Bu da yanlış bir kullanımdır. Cumhuriyet dönemi tarihimizi anlatan bazı kitaplara KURTULUŞ SAVAŞI TARİHİ isimleri verilmiştir ki, tamamen yanlıştır. Çünkü –yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi- biz tarihimiz boyunca hiçbir zaman esaret görmediğimiz için KURTULUŞ MÜCADELESİ de vermemişizdir. Yaklaşık yüz yıl önce verdiğimiz mücadelenin ismi CİDÂL-İ MİLLÎ’dir, yani MİLLÎ MÜCADELE’dir. Dikkat ederseniz millî marşımızın ismi de KURTULUŞ MARŞI değil, İSTİKLÂL MARŞI’dır. Aslında bendeniz “İSTİKLÂL” kelimesinin de burada yanlış kullanıldığı kanaatindeyim. Bu da ayrı bir mesele.
Demirer: Hocam, tam da burada Osmanlı ile cumhuriyet dönemi anlayışları hususunda bir mukayese yapmanızı isteyecektim 
Kayaoğlu: Çok önemli bir konu. Bakınız; Osmanlı hiçbir zaman kurtuluşa vurgu yapmaz. Osmanlı için söz konusu olan “KURULUŞ”tur, “KURTULUŞ” değil… Biraz önce de ifade ettiğim üzere; “kurtuluş” kavramı zâhiren “hürriyet”, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hak ve hürriyetleri” gibi hususları hatırlatıyormuş gibi olmakla birlikte, daha çok “esaret”e, “işgal”e vurgu yapar. Kurtuluş; insanların dirilme düşüncesinin önündeki en büyük engeldir. Psikolojik olarak insan düşüncesine ket vurur. Bakınız, bizim “Bir insana kırk gün deli dersen, deli olur” şeklinde bir atasözümüz var. Şu anda Türkiye’nin 82 vilayeti ve bildiğim kadarıyla bunların hemen tamamının “kurtuluş günleri” mevcut. Bir ülke düşünün ki; her ilinde ayrı olmak üzere toplam 82 defa düşmanlar tarafından kurtuluş merasimleri düzenleniyor. Birkaç tane de “kuruluş”u hatırlatıcı diğer bayram günleri; 23 Nisan Çocuk bayramı, Cumhuriyet Bayramı, Zafer Bayramı gibi… 82’ye 3 veya 5. Hangi kutlama sizi daha çok etkiler? Siz olsanız nasıl düşünüyorsunuz?!.
Biraz önce de ifade ettiğim gibi, Osmanlı “Kuruluş” üzerinde durur. Bu bir varoluşsal durumdur. Sıradan bir düşüncenin değil, derin bir stratejinin ürünüdür; Osmanlı; 400 çadırlık bir aşiretten Beylik kurar, sonra bu beylikten Devlet çıkarır, daha sonra da batılıların ifadesiyle “imparatorluk”, bize göre ise cihan çapında “Devlet-i ebed-müddet” veya “Devlet-i Aliyye-i Osmâniye”yi inşa eder.
Bu hadise bir medeniyet tasavvurudur. Bir medeniyet projesi ve anlayışıdır. Kurucu zihinler ancak Kuruluş ve Diriliş mefhumunu bilirler ve inşası hususunda –eskilerin ifadesiyle- “azm ü cezm ü kasd” ederler. Yahya Kemal’in “Ezân-ı Muhammedî” adlı şiirinde ifade ettiği üzere; “Sultân Selîm-i Evvel’i râm etmeyüp ecel / Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî”. Yani, eğer ecel gelip de Yavuz Sultan Selim ölmese idi, bu düşünce yapısıyla, aksiyonuyla bütün bir cihanı fethederdi. Şimdi bu ruh nerede, her sene bir avuç kandırılmış Ermeniden kurtulduk diye sevinç nöbetlerine(!) girdiğimizden dolayı ne yapacağımızı bilemez hale gelmemiz nerede?
Demirer: Algıda problemimizin olduğunu mu söylüyorsunuz?
Kayaoğlu: Evet. Tam da onu söylüyorum. Biz tarihimizi bilmiyoruz. Bilgi yoksuluyuz. İrfan vadilerimizi terk edeli uzun yıllar oldu. Müsaadenizle yine Cemil Meriç’in ifadeleriyle söyleyeceğim; “Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür.”
Mendil kadar beyni olan bir insanın çarşaf kadar beyni olan bir insanı anlaması mümkün mü? Birilerinden duydukları malumat kırıntılarıyla beslenenlerin, ilimden dem vurmaları bize mahsus bir keyfiyet.
Biz anlamadığımızdan dolayı, anıyoruz. Ömrümüz hep bir şeyleri “anmak”la geçiyor; geceler tertipleyip, gündüzler methiyeler diziyoruz. Anlamak bilgi ister, cehd ister, gayret ister, samimiyet ister, şuur ister… An’dığımız şey, yandığımızın resmidir.
Hamâset; geri kalmış toplumların sığınağıdır. Bilgi; medenî toplumların el feneri…
Demirer: Bu yıl törenler caddeden kapalı spor salonlarına taşınacak. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Kayaoğlu: Zihniyet aynı olduktan sonra, ha caddede yapmışsın, ha spor salonunda. Ne fark edecek ki? Programların muhtevasında bir değişiklik mi olacak? Olsa da sürekliliği muhafaza edilebilecek mi? İlmî düşüncenin üretilmek suretiyle geliştirilmesine, boy verip meyveye durmasına zemin mi hazırlanacak? Sanmıyorum. Bu kumaştan farklı bir elbisenin çıkacağına ihtimal de vermiyorum 
Demirer: Hocam, biz sizi hep ümit-var bir insan olarak tanıdık. Fakat bu cümlelerinizden ümitsizlik havası seziliyor…
Kayaoğlu: Doğrusunu isterseniz ileriye matuf olarak ümitsiz değilim. İnşallah yakın bir gelecekte “vizyon” ve “sorumluluk sahibi” yöneticilerimiz çıkar ve milletimize yakışır programlarla misyonlarını eda ederler.   
Demirer: “Kurtuluş törenleri” adını tamamen değişmeli miyiz?
Kayaoğlu: Sadece adını değiştirmekle kalmayıp, kendisini de kaldırmalıyız. Çünkü zarfla mazruf birbirinin mütemmim cüz’ü değil. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursam; Gerek sizin ve gerekse herkesin bildiği üzere yapılan törenlerin içeriği ile konunun hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aslında bu mevzu sadece Bayburt’u da ilgilendirmiyor, bütün Türkiye sathında kurtuluş törenlerinin kaldırılması gerekir, diye düşünüyorum. Ermeni tehcirinin 100. yılı münasebetiyle yapılacak programlara, diasporanın milyarlarca dolar ayırıp konuyu uluslar arası arenada canlı tutmaya çalışması, sinema filmi, belgesel, kitap, açık oturumlar vs. gibi çalışmalarının yanında, bizim o günleri anma adına hâlâ deve oyunlarıyla vakit geçirmemiz size de garip gelmiyor mu?  
  
Kurtuluştan kurtulmak lazım artık.