Şimdi Bayburt’un üstündeyiz.

          Bataryalar, şose boyunca aşağı iniyorlar. Bir tepeden ineceğimiz için etrafımıza bakıyoruz. Sağımızda Çoruh, büyük fabrikaya doğru, etrafındaki ağaçların aksiyle, bizi boğan temmuz güneşi altında serin ve gölgeli akıyor. Solumuzda ağır bir hava ile örtülü vadi içinde köylerden gelen askerler, muhacirler karıncalaşıyor. Kağnıların ezeli feryadı uzaktan insana hüzün veren bir ahenkle aksediyor. Dik bir merdiveni andıran yokuştan aşağı indik.

      Şehir bomboştu.

        Her yer bir harabeyi andırıyor; kepenkler bile kapanmış dükkânların içinde görülmeye değmeyecek lüzumsuz ufak tefek, darmadağın bırakılmış etrafa saçılmış, evlerin kapıları ardına kadar açılmış. Kanunlar (İnzibat erleri), ahaliyi çıkarıyorlar; başlarına çarşaflarını tutunmuş, gözleri korkunç ve alevle yanan bazı kadınların “kurban nire gidem, bir şeyimiz yoh” diyorlar, evden eve ürkmüş kuşlar gibi kaçışıyorlar.

        Bir çeşme başında kadınlar su alıyordu. İspirli Mehmet Onbaşı içmek için yaklaştı. Kadınlardan biri ellerini kaldırarak Mehmet Onbaşı’ya doğru yürüdü.

      - Askerler ananız öle. Niçin bu gâvurların yüzünü bize gösterdiniz diye bağırdı. Çoruh’un üstündeyiz, köprüyü geçiyoruz. İstihkâm bölüğünden birkaç nefer harekete çalışıyorlar. Köprünün kenarının suyu epeyce azalmış nehre bir daha baktım.

        Belki onu son görüşümdü.

Gözlerimde bu son su hatırasının aksini taşıyarak mukabil yokuş tırmanmağa başladım. Yollar ayrılıyor. Kıtalar birbirine karıştı… biz toplandık, bir hayli ilerlemiş olan toplara yetişmeye gayret ediyoruz. Yol mahşer gibi kalabalıktı. Askeri kafileler arasında köylüler muhacirler de var.

        Sırtına vurduğu yatağı ile yola çıkmış bir ihtiyar, tab-u tüvanı (kuvveti) kesilmiş olduğu yere çöktü. Yanımızda duran hastanenin mezarlığı hepimizin yakasına yapışmış gibiydi. Ortasında Umumi Harbin, bu soğuk ve sefalet şehirlerine Fatiha işleyen ufak abidesiyle, güneşin altında taze mezarları ve bazı mermerleri gözüken mezarlıkta yatanlarla, hastaneden nakli bir türlü bitmeyen hasta ve yaralıların feci akıbeti hepimizi ürkütecek bir haldi. İlerimizde ta ufkun hafif dumanlı maviliklerine kadar uzanan geniş yol simsiyahtı.

      Cephane kolları, sıhhiye bölükleri, büyük küçük ağırlıklar, seyyar hastaneler… herşey herşey… deve, beygir, katır, merkep, her cins hayvan… bir toz bulutu içinde ileriye sürükleniyorlar.

       Biz hastane yapılan kışlanın gerisinde kaldık. Toplar orada mevzi almışlardı. Batarya efradı sessiz bir faaliyetle işlerine koyuldular. Piyadeler bir tarlanın içinden yoldan geçenleri seyrediyor. Birden telefondan bir emir: “toplar ateş açacaklar. Düşman şehre giriyormuş.” “sağda sağda!” dürbünler hep bu söylenen etrafa çevrildi. Biraz evvel bizim indiğimiz yoldan, Ruslar, her zaman yaptıkları gibi, beygirlere ikişer iki şer binmiş iniyorlardı. Havayı yaran ilk mermi mevkiini inleterek buldu ve arkasından kopmuş bir şerit gibi, onları olduğu yerde mıhladı.

        Bu ilk mermiyi, ikinci, üçüncü takip etti. Artık hiç arkası kesilmiyordu. Tam bu aralık yer sarsıldı.; bütün Bayburt toz duman içinde kaldı; cephanelikle köprüler atılmıştı.

        Toplar, telefonun getirdiği emir üzerine grup ateşine başladılar. Son mermi de atılmıştı. Telefon tarassut dürbünü başındaki kumandanın emrini tebliğ etti: “Top bindir!”. Herşey hazır! Güneş artık ufka yaklaşıyordu. Öğledeki yakıcılığını kaybetmişti. Bayburt Muhafız bölüğü, istihkâm bölüğü geçtiler. Biz de Varzahan gerisinde tekrar mevziye girmiş olan topların yanında kaldık… …ileride dolaşan kumandan dörtnala geldi.

        Zaten koşulu olan batarya hareket etti. Kelkit şosesinde ilerliyoruz… yolun iki tarafı kafilelerle dolmuştu.

      Sabahtan beri arabaların taşıdığı hastalar buraya yatırılmış, iniltiden geçmenin imkânı yoktu. Bir meydanlıkta tek tük ateş yakılmış, etrafında çömelen insanların çehresindeki feci manzara bu alevler karşısında çok korkunç şekiller alıyordu…

 Bayburt’tan çıktığımız ilk gün böyle geçti.

(Yedek Subay ,Mustafa Nihat Özön’ün o günlerle ilgili hatıralarından.)